“Yargı Elindeki Bıçağı Ters Tutuyor!”

Anayasa Mahkemesi, geçtiğimiz aylarda hakaret suçlarına ilişkin ön ödeme sistemini düzenleyen bazı hükümleri iptal etti. Bu karar, esasında sanığın lehine olacak şekilde “usul güvencesi” getirmeyi amaçlıyordu. Ancak yerel yargı mercileri —başta Asliye Ceza Mahkemeleri ve Cumhuriyet Savcılıkları olmak üzere— bu kararı adeta tersinden okuyarak, “suçu ikrar ettirme aracı” haline getirdi.

Abone Ol

Şu an Türkiye’nin dört bir yanında hakaret dosyaları, Cumhurbaşkanı dışındaki tüm müştekiler için otomatik olarak ön ödeme kapsamına sokuluyor. Kamu görevlisine hakaret de, sade vatandaşa yönelik hakaret de, savcılarca tek bir şablona göre değerlendiriliyor. Hatta bazı mahkemelerde hâkimler, duruşma salonunda açık açık sanığa, “Senin lehine, gel bu ön ödemeden yararlan,” diyerek telkinde bulunuyor. Telkin değil, yönlendirme; yönlendirme değil, hukuki manipülasyon!

Peki bu sistemin gerçek mağduru kim?

Elbette sanığın kendisi.

Çünkü ön ödemeden yararlandığı an, sanık hukuken suçu ikrar etmiş sayılıyor. Bu da doğrudan, manevi tazminat davasına açık bir kapı bırakıyor. Belki de yargılama devam etse, savunma yapılsa, tanıklar dinlense, dosya incelense sanık beraat edecekti. Ama şimdi ne oluyor? Hızlıca “ön ödeme” yoluna yönlendirilen birey, belki suçu hiç işlememişken hem suçu kabul etmiş oluyor hem de binlerce liralık tazminat tehdidiyle karşı karşıya kalıyor.

Üstelik tazminat talepleri de adeta organize biçimde yürütülüyor: Ön ödeme sonrası, mağdur sıfatı verilen müştekiler Asliye Hukuk Mahkemelerinde “sanığın suçu kabul ettiğini” ileri sürerek manevi tazminat davaları açıyorlar. Yani ceza mahkemesindeki bir iş yükü azaltma yöntemi, hukuk mahkemelerinde yepyeni bir istismar alanına dönüşüyor. Savcılar ve hâkimler bu zincirin etkilerini ya öngöremiyor ya da görmezden geliyor.

Üstelik bu sistemin bir başka can alıcı yönü de şu: Savcılar ve hâkimler için bu yöntem pratik. Ön ödeme demek, dava açmadan dosya kapatmak ya da duruşmaya gerek kalmadan işi bitirmek demek. Yani iş yükü azalıyor, dosya sayısı düşüyor. Hal böyleyken, bir “adil yargılama” ilkesinden, “bağımsız ve tarafsız yargı”dan nasıl söz edebiliriz?

Hâkimlerin görevi iş bitirmek değil, adalet üretmektir. Savcıların görevi dosya temizlemek değil, hakkaniyetle değerlendirme yapmaktır. Ama bugün olan şu: Ceza yargılaması, “sulh ceza ofisine” çevrilmiş durumda. Vatandaşa, “Ceza alma ama suçlu olduğunu kabul et” deniyor. Böyle adalet olmaz.

Anayasa Mahkemesi kararlarının özünü ters yüz ederek, adaleti hızla işletme bahanesiyle insanların geleceğini karartan bu uygulamalara karşı derhal yasal ve kurumsal önlem alınmalıdır. Türkiye Barolar Birliği başta olmak üzere tüm hukuk örgütlerinin bu konuyu kamuoyuna taşımaları, adaletin siyasallaşması kadar tehlikeli olan bu “pratikleşmiş yargı cinayetlerine” karşı ses vermeleri artık bir zorunluluktur.

Aksi takdirde, yakın gelecekte cezaevlerinden çok Asliye Hukuk Mahkemeleri dolacak; çünkü hakaret suçu artık bir tazminat üretim aracı haline getirildi.

Suskun kalan, ortak olur.