Erkek olmak… Kulağa güçlü, iddialı, hatta bazılarına göre ayrıcalıklı bir kavram gibi geliyor. Ama işin aslı hiç de öyle değil.
Erkek olmak, doğduğun andan itibaren sırtına yüklenen onlarca sorumlulukla başlamak demek. Daha kundaktayken "Oğlan çocuğu sağlam olur", "Erkek dediğin kendi kendine büyür" gibi söylemlerle karşılaşıyor erkekler. Henüz kimliğini bile tanımlayamadan toplum onun rolünü çoktan belirlemiş oluyor.
Erkek dediğin ağlamaz. Erkek dediğin güçlüdür. Erkek dediğin para kazanır, evini geçindirir. Maaşı düşükse erkekliğine laf edilir, duygularını belli ederse "ne kadar hassas" deyip alay konusu olur. Bir anlığına düşse, ayağı kayıp yere kapaklansa bile erkekliği sorgulanır. Oysa unutulan çok önemli bir gerçek var: Erkekler de insandır. İnsan oldukları için de kırılırlar, incinirler, ağlarlar. Ama nedense erkeklerin gözyaşı, duygusu, kırılganlığı "gay" yaftasıyla küçümsenir. Oysa sevgi göstermek, duygusal olmak, hislerini paylaşabilmek cinsel kimlikle ilgili değil, insanlıkla ilgilidir.
Toplumda erkeklere yüklenen sorumluluk sadece sosyal değil, dini geleneklerle de destekleniyor. Daha birkaç aylıkken, en geç beş yaşına gelmeden sünnet edilmek zorundadır erkek çocuk. “İnsanı en güzel biçimde yarattık” (Tin Suresi 4. ayet) denilirken, bu “güzellik” anlayışının içine neden böyle ritüellerin girdiği ise ayrı bir tartışma konusu. Ama tartışmasız gerçek şu ki: Erkekler daha çocukken bile kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olmadan yükümlülüklerle tanışıyorlar.
Sonra 18 yaş gelir. Hukuken reşit sayıldıkları gün, erkekler hayatın ilk büyük darbesini yer. Eğer okumuyorsa ya da sigortalı bir işte çalışmıyorsa babasının sigortasından düşer. Kadınlarda böyle bir durum yoktur; kadın, çalışmasa dahi ölene kadar ailesinin üzerinden sigortalı sayılır. Ama erkek, okumuyorsa ya da iş bulamıyorsa GSS borcuyla yüzleşmek zorunda kalır. Yani daha gençliğinin baharında devlete borçlu doğar.
Üniversiteye giderse bu defa “okudu da ne oldu, işsiz mezun” damgası yer. Çalışmaya erkenden başlarsa, “okumadı, cahil kaldı” denir. Bir de askerliğin yükü vardır; gitmezse vatan borcunu ödememiş sayılır, giderse en az altı ayını hayatından verir. Kısacası hangi yolu seçerse seçsin, toplumun beklentilerini karşılaması neredeyse imkânsızdır.
Eskiden roller daha belirgindi. Kadın evdeydi, erkeğin görevi dışarıda para kazanmaktı. Kimi buna “cinsiyetçilik” der, kimi de “doğal düzen” olarak görür. Ama en azından sınırlar belliydi. Şimdi ise erkek hem işe gitmek, hem evini geçindirmek, hem de ev temizlemek, çocuğa bakmak zorunda. Bunu yapmalı mı? Elbette yapmalı. Ama bu yük paylaşılmadığında, kadın da aile ekonomisine katkı sunmadığında, tüm sorumluluk yine erkeğin sırtına kalıyor.
Peki ya duygusal erkekler? İşte en ağır bedeli onlar ödüyor. Gözyaşını saklamayan, sevgisini belli eden, hayatı sert kabuklarla değil yumuşak duygularıyla karşılayan erkekler hemen yaftalanıyor. “Çok duygusal, kesin gay’dir” gibi ağır, incitici, küçültücü damgalamalarla ötekileştiriliyorlar. Oysa bir erkeğin duygusal olması, onun insan yanını ortaya koymasından başka bir şey değil. Duygusunu gösteren erkeği alaya almak, aslında kendi duygularından korkan bir toplumun göstergesidir.
Belki de en büyük eşitlik mücadelesini erkekler vermeli. Çünkü “eşitlik” denildiğinde akla hep kadın hakları geliyor ama erkeklerin yaşadığı yükler, borçlar, sorumluluklar çoğu zaman görmezden geliniyor. Bu yüzden erkek olmak, sanıldığı kadar kolay değil. Güçlü görünmek zorunda olan, düşmeye hakkı olmayan, hayatın her yükünü sırtlanan, ama bir damla gözyaşı döktüğünde bile “erkekliğin sorgulanan” olmak demek…
Ve belki de asıl mesele şu: Biz erkekliği değil, insanlığı konuşmalıyız. Çünkü erkek olmak, kadın olmak, güçlü olmak ya da duygusal olmak değil; önce insan olabilmektir.