Son dönemde ekranların en çok konuşulan dizilerinden Kral Kaybederse, yalnızca bir kurgu hikâye olmaktan çıktı; evlerin içine, evliliklerin kalbine ve hatta adliye koridorlarına kadar uzandı. Dizideki Kenan Baran karakteri, artık neredeyse her evlilik tartışmasında adı geçen bir figüre dönüştü.
“Sen de Kenan Baran gibisin”, “Tam bir narsistsin” cümleleri, birçok evlilikte suçlama kalıbı hâline geldi. Dahası, bu söylemler yalnızca tartışma konusu olmakla kalmıyor; boşanma dilekçelerine, tanık beyanlarına ve hatta kusur iddialarına kadar yansıyor.
Burada asıl tehlike, popüler kültürün psikolojik kavramları basitleştirerek ve bağlamından kopararak yaymasıdır. Narsisizm, klinik bir kişilik bozukluğu tanımıdır ve her bencil davranış, her iletişim problemi ya da her duygusal mesafe “narsistlik” olarak adlandırılamaz. Ancak diziler ve sosyal medya aracılığıyla bu kavram öylesine yaygınlaştı ki, evlilik içindeki her sorun artık tek bir etikete indirgeniyor. Bu durum, sağlıklı iletişimi ortadan kaldırdığı gibi, tarafların birbirini anlamaya çalışmak yerine teşhis koymaya kalktığı tehlikeli bir zemini de beraberinde getiriyor.
Hukuki açıdan bakıldığında ise tablo daha da dikkat çekici. Türk Medeni Kanunu’na göre boşanma davalarında esas olan, evlilik birliğinin temelden sarsılıp sarsılmadığı ve tarafların kusur durumudur. “Narsist eş” söylemi, hukuken başlı başına bir kusur tanımı değildir. Ancak bu etiket, çoğu zaman psikolojik şiddet iddialarıyla birlikte sunulmakta ve somut delil yerine soyut tanımlarla mahkemelerin önüne gelmektedir. Oysa Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında açıkça vurgulandığı üzere; kişilik özellikleri değil, somut davranışlar değerlendirilir. Bir eşin soğuk, mesafeli veya baskın karakterli olması tek başına boşanma sebebi değildir; önemli olan bu davranışların evlilik birliğini çekilmez hâle getirip getirmediğidir.
Bu noktada “Kenan Baran sendromu” diyebileceğimiz bir toplumsal algı sorunu ortaya çıkıyor. Dizideki karakter üzerinden erkekler toptancı bir bakışla yargılanırken, evlilik içindeki karşılıklı sorumluluklar ve iletişim eksiklikleri göz ardı ediliyor. Kadınların yaşadığı gerçek psikolojik şiddeti görünmez kılmak da, her erkeği potansiyel narsist ilan etmek de aynı derecede sakıncalıdır. Çünkü bu yaklaşım, hukuku ve psikolojiyi araçsallaştırarak evlilikleri onarılmaz bir çatışma alanına sürüklüyor.
Daha da önemlisi, bu söylem çocukları olan ailelerde telafisi güç sonuçlar doğurabiliyor. Anne-baba arasındaki çatışmanın “kişilik bozukluğu” etiketiyle keskinleştirilmesi, uzlaşma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Boşanma davalarında taraflar artık “haklılık” değil, “teşhis üstünlüğü” mücadelesi veriyor. Bu da davaların daha sert, daha yıpratıcı ve daha uzun sürmesine yol açıyor.
Sonuç olarak, diziler toplumsal farkındalık yaratabilir; ancak hukuki ve psikolojik kavramların bu kadar yüzeysel ve genelleyici şekilde dolaşıma sokulması ciddi riskler barındırır. Her sorunlu evlilikte bir Kenan Baran aramak, gerçek sorunları çözmez; aksine onları derinleştirir. Hukuk, popüler kültürün diliyle değil, somut olgularla ve delillerle konuşur. Psikoloji ise sosyal medya etiketleriyle değil, uzman değerlendirmeleriyle anlam kazanır.
Evlilikler dizi karakterleri üzerinden değil, gerçek insanlar üzerinden yaşanır. Aksi hâlde, kurgu ile gerçeğin birbirine karıştığı bu zeminde, kaybeden yalnızca “kral” değil; aile, çocuklar ve toplumun kendisi olur.
Av. Mustafa Erkulu