Teknolojinin hukuk alanını yeniden şekillendirdiği bir dönemdeyiz. Bugünlerde Türkiye’de gündeme gelen ve büyük yankı uyandıran Grok soruşturması, yapay zekâ araçlarının hukuki sorumluluğunu tartışmaya açtı.
Savcılık, yapay zekâ sistemi Grok’un “dini değerlere hakaret”, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ve “5816 sayılı Kanun’a muhalefet” kapsamında Atatürk’e yönelik suç unsuru taşıyan içerikler ürettiği iddiasıyla soruşturma başlattı. Kamu düzeni gerekçesiyle bu içeriklere erişimin engellenmesi yönünde adımlar atıldı. Belki yazılım hatasından, belki de algoritmik önyargıdan kaynaklanan bu durum, sadece teknolojik bir arıza değil, aynı zamanda toplumsal ve hukuki bir kriz alanına işaret ediyor.
En temel sorulardan biri şu: Yapay zekâ tarafından üretilen içeriklerin hukuki sorumluluğu kime ait? Geliştirici firma mı, hizmet sağlayıcı mı, yoksa sistemi kullanan kişi mi? Türk hukukunda henüz net bir çerçeve bulunmayan bu soruya verilecek cevap, gelecekteki davalar için emsal teşkil edecek. Diğer taraftan, ifade özgürlüğü ile kamu düzeninin korunması arasındaki denge, yapay zekâ içeriklerinde daha da hassas bir hal alıyor. 5651 sayılı İnternet Kanunu çerçevesinde verilen erişim engeli kararlarının hangi standartlarla uygulanacağı, yapay zekâ sistemleri için nasıl uyarlanacağı, bu davayla birlikte daha fazla tartışılır hale gelecek.
Bu tartışmanın bir başka boyutu ise uluslararası hukuk. Avrupa Birliği, kısa süre önce “AI Act” ile yapay zekâya yönelik kapsamlı bir hukuki çerçeve ortaya koydu. Türkiye, teknoloji ithalatçısı bir ülke olarak bu gelişmeleri yakından takip etmek ve yerli mevzuatı uyumlu hale getirmek zorunda. Aksi halde, hem yabancı şirketlerle yaşanacak hukuki ihtilaflarda dezavantajlı bir pozisyona düşebiliriz hem de vatandaşın haklarının korunmasında eksiklikler yaşanabilir. Bu davanın, Türkiye’nin yapay zekâ mevzuatına yön veren bir dönüm noktası olma ihtimali yüksek.
Ayrıca, bu süreç toplumsal bilinç açısından da önemli. Yapay zekâ artık yalnızca teknoloji meraklılarının konusu değil; sağlık hizmetlerinden adalet sistemine, kamu güvenliğinden basın-yayın dünyasına kadar her alanda etkili oluyor. Vatandaşın, kullandığı dijital araçların nasıl çalıştığını, hangi verileri işlediğini ve bu verilerle ne ürettiğini bilmesi temel bir hak haline gelmiş durumda. Grok soruşturması, hem hukukun hem de toplumun bu farkındalık seviyesini artırması için güçlü bir fırsat sunuyor.
Bu nedenle hem hukuk camiasına hem de teknoloji sektörüne önemli görevler düşüyor. Öncelikle geliştiriciler ve teknoloji şirketleri, yapay zekâ için etik kodlar ve güçlü içerik denetim mekanizmaları oluşturmalı. Meclis ve ilgili kurumlar, “yapay zekâ hukuku” başlığı altında kapsamlı ve güncel düzenlemeler yapmalı, yargı organları ise ortaya çıkacak içtihatlarla bu alanın sınırlarını belirlemeli. Akademi, hukukçular ve kamuoyu da konunun farkında olmalı ve gelişmeleri yakından izlemeli.
Grok davası, yalnızca bir yazılımın değil, hukukun geleceğinin de sorgulandığı bir sınav niteliğinde. Yapay zekâ, hayatımızı dönüştürürken hukuk da onun sınırlarını çizmek zorunda. Eğer bu süreci bilinçli ve stratejik bir şekilde yönetmezsek, teknolojinin hızına yetişemeyen bir hukuk düzeniyle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olur.