Kayseri, uzun yıllardır “güvenli şehir” algısıyla anılırdı. Ailelerin sokakta huzurla yürüdüğü, iş çıkışlarında insanların endişe duymadan evine döndüğü bir şehir…

Ancak son dönemde yaşanan olaylar bu güvenlik algısını derinden sarsıyor. Daha birkaç gün önce, 36 yaşındaki Ebru K.’nın bir tüfekle sokak ortasında vurularak hayatını kaybetmesi, bir kez daha hepimizin yüzüne sert bir gerçekle çarptı: Kadın cinayetleri artık bu şehrin kapısını çalmıyor, kapıyı çoktan kırıp içeri girmiş durumda.

Bu vahşetleri konuştuktan sonra katili yakalamak elbette önemlidir; fakat esas mesele, tetiğin çekilmesini önleyecek politikaları kurmaktır. Çünkü kadın cinayetleri bir günde, bir öfke anında, bir “kıskançlık krizi”nde gerçekleşmez. Bu suçlar; yılların biriktirdiği nefret, kontrol edilemeyen bireysel silahlanma, denetlenmeyen ruhsat süreçleri, yetersiz koruma kararları, aksayan kolluk mekanizmaları ve bir türlü hayata geçirilemeyen sosyal destek ağlarının üzerine inşa olur. Kayseri’de peynir ekmek gibi silah satılması, sokakta tüfek bulundurmanın “ceviz almak kadar kolay” hâle gelmesi tesadüf değildir; bu doğrudan bir güvenlik politikası sorunudur.

Türk Ceza Kanunu’nun ağır yaptırımlar içermesine rağmen kadın cinayetlerinin azalmamasının sebebi, hukuki yaptırımın fiilen uygulanmamasıdır. Bir failin ceza almasından çok önce, kadını koruyacak mekanizmalar devreye girmelidir. 6284 sayılı Kanun’un sunduğu imkânlar, sahada doğru işletilmediği sürece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Nitekim birçok dosyada, şiddet mağduru kadın defalarca başvurduğu hâlde, “yeterli delil yok” gerekçesiyle koruma kararının çıkmadığı, ya da çıkarılan kararın gereği gibi uygulanmadığı görülmektedir. Kadına yönelik her tehdit, her şikâyet bir alarmdır; fakat çoğu zaman bu alarmlar duyulmamakta, duyulsa bile ciddiye alınmamaktadır.

Bireysel silahlanmanın ulaştığı noktayı da görmezden gelemeyiz. Ruhsatsız silah bulundurmanın “sıradan” hâle geldiği, ruhsatlı silahın ise kolaylıkla edinilebildiği bir ortamda şiddetin ölümle sonuçlanması ne yazık ki kaçınılmazdır. Valiliğin, emniyet birimlerinin ve yerel yönetimlerin yıllardır süren bu tabloya rağmen caydırıcı ve sürdürülebilir bir mücadele ortaya koymaması, bugün yaşadığımız acıların zeminini hazırlamıştır. Şehrin yöneticileri, güvenlik stratejilerini kökten değiştirmediği sürece, Kayseri’nin suç oranlarında Adana’yı geçeceği iddiası abartı değil, acı bir gerçekliğe dönüşecektir.

Bir kadın daha öldürüldüğünde, ülke olarak yalnızca “kadına şiddet” değil, aynı zamanda “sistematik ihmal” ile yüzleşiyoruz. Bu cinayetler bireysel öfkenin değil, toplumsal umursamazlığın sonucudur. Her kadın cinayeti, devletin kadını koruma görevinde açılan bir gediktir. Bu gediğin sorumluluğu yalnızca katilde değil; tetiği çektirmeyen önlemleri alamayan tüm mekanizmalardadır.

Kayseri’de son dönemde artan kadın cinayetleri, artık bir dönüm noktası çağrısıdır. Bu çağrının muhatabı yalnızca polis değil, savcılık, valilik, baro, sivil toplum ve toplumun kendisidir. Kadını yaşatmak bir politik tercih değildir; en temel insanlık görevidir.

Bugün Ebru K.’yı kaybettik. Yarın başka bir kadının adını duyup “yine mi?” dememek için, artık mazeret değil, adım atma zamanıdır. Silaha erişimin zorlaştırılmadığı, koruma kararlarının otomatik ve güçlü uygulanmadığı, kadına karşı tehdit içeren her davranışın anında soruşturmaya dönüştürülmediği bir şehirde “asayiş berkemal” değildir; olamaz.

Kayseri’nin güvenli şehir unvanını korumasının tek yolu, kadınların güvenle yaşadığı bir şehir olmasıdır. Çünkü bir şehirde kadın güvende değilse, hiç kimse güvende değildir.