Saymaz, "Yakın zaman içerisinde Ergenekon adı altında askerler, kamu görevlileri dünün mazlumu diye kabul edilen dindarların iktidarında yargılandı. Bugün dindarlar birbirine girdiler! Dindarlar bir diğer ortağı olan dindarı paralel olmakla suçluyor! Yani her dönem kendi düşmanını yaratıyor” diye konuştu.
Mazlumların sesi olabilmek, bir gazeteci için önce kendi benliğinde vicdan muhasebesi yapıp bunu topluma yazılarla anlatabilmenin mümkün olmadığı günümüzde İstanbul’dan genç bir gazetecinin sesisin çıkmasının onurunu/gururunu yaşamak gerek. Korkuya teslim olmadan, ‘Gördüğü haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ ilkesini hayata geçiren bir gazeteci olabilmenin haklı gururunu yaşayan gazeteci/yazar İsmail Saymaz ile Türkiye’de eşit olmayan adalet üzerine derin bir söyleşi yapmak için bir araya geldik.
Ulusal medya çalışanı olarak yaptığınız haberler ülkede çok ciddi boyutlara uzanıyor. Yaptığınız haberler nitekim savcıları etkiliyor, sizin yaptığınız haberi somut bir delil olarak kullanan bir savcı ya da yaptığınız habere karşı çıkan bir savcı! Sizce de yaptığınız haberler savcılar tarafından dikkate alınıyor mu?
Tabii ki değerlendiriyorlar, mesela daha düne kadar yargı aygıtı içerisinde cemaat ile birlikte hareket ettiği iddia edilen Hakim ve Savcıların negatif bir bakış açısı vardı. Ancak bu süreçte bu durum kırıldı. Çünkü onlar bize, onlara cephe alıyormuşuz hissiyle hareket ediyorlardı, oysaki onların yaptığı hukuksuzluğa itiraz ediyorduk biz. Gerek İlhan Cihaner’in tutuklanması, gerek Devrimci Karargah ve Hanefi Avcı’nın tutuklanması, gerek üniversiteyi ücretsiz okumak isteyen öğrencilerin ve doğal protesto haklarını kullananların terörist diye yaftalanmasına itiraz ediyorduk. Bu bizim itiraza yönelik haberlerimizi onlar kendi hukuksal işlemlerine dönük bir husumet sanıyorlardı, bundan dolayı soğuk bakışları vardı. Ancak ne zamanki onlar görevlerden bir bir alınmaya başladılar, işte o zaman siz ne düşünüyorsunuz diye soran biz olduk! Mesela şike davasını soruşturan savcı görevden alınmıştı ilk röportajını bana verdi, yani o zamanda en azından şuna kani olmuştu, ‘Bunlar gazeteci, bu kişi gazeteci, dolayısıyla bizim aktardıklarımıza dokunmadan yayınlar kabulüne sahipti’ onu ben Misyonerliği anlattığım 3’ncü kitabımda hakkında olumsuz ifadeler kullanmıştım. Keza Hrant Dink soruşturmasını yürüten Muammer Akkaş, 17 Aralık operasyonundan sonra görevden alındı, o günlerde de buna ilişkin kendisine sorular soran biz olduk, ‘Neden görevden alındınız’ diye. Bazen işkence ve kötü muamelelere ilişkin yaptığımız haberlere ilişkin savcıların kendilerine dönük yetkiyi kötü kullanmaları oldu, örneğin karı-koca bir hakim savcının bir genci sadece polisin aracının camına vurmuş kaçmış bir gencin tutuklanmasına ilişkin bir haber yaptığımızda kendi adliyelerinde bana ard arda davalar açtılar. Davalar başka adliyelere taşınınca hepsi düştü, çünkü komik davalardı. Bu süreçte ben haber yaparken haberin bir ucunda doğal olarak devlet yer aldığı için başta savcı ve hakimler, sonra kolluk görevlileri polisler ve askerler hep genel olarak gazetecilere, özel olarak bana hep bu bakışla yaklaştılar. Ancak zaman içerisinde kırıldı bunlar. Çünkü bende 15 yıldır gazetecilik yapıyorum. İnsan hakları alanında 10 yıldır çalışıyorum. Dün onlar güçlüyken onların gücünden zarar görenler, bugün onlar zayıfken güçlülerin karşısında onlar zarar gördüğü için onlara da mikrofon tutuyorum. Bunu zaman içerisinde fark ettiler. Bazı muhabir arkadaşlarımızın yaptığı haberler bazı soruşturmaların hareket etmesine de imkan tanıdı, zemin açtı. Onun önünü açan haberler yaptık, hakim ve savcıların elini kolunu rahatlattı ve kendileri seslerini duyuramadığı için kamuoyuna seslerini duyurma imkanı verdik. O bakımdan artık hakim, savcı, polis ya da jandarma kolluğun yanı sora denetleyici bir gücün daha olduğunu, o işlermi denetleyen, eğer toplumun yararınaysa o işlem; o işleminde köksalmasına imkan tanıyan bir gazetecilik türünün farkına vardılar.
İstanbul’dan haber yaparken Anadolu’yu dikkate alıyorsunuz, Anadolu’da ki birçok olumsuz davaya dikkat çekiyorsunuz, bu davaların geri dönüşü açısından bakıldığında Türkiyeð7e adalet olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de adalet mekanizmasının kendisi aslında kalu beladan beri sorunlu! Adalet mekanizmasındaki bu sorun aslında Türkiye Cumhuriyeti çatılırken toplumsal kesimlere biçilmiş rol dağılımındaki sorundan ileri geliyor. Yani Türkiye’de etnik kimliği, inancı, sınıfsal aidiyeti, dili nedeniyle, başörtülü ya da açık eğilim nedeniyle toplumsal kesimlerden bazıların siyasal ve toplumsal alandan dışlanması nedeniyle adalet mekanizması bu eşitsizliği korumak üzere konumlandırılmıştı. Yine kalu beladan beri bu eşitsizliği korumak adına hep düşmanlar yaratıldı. O düşmanları cezalandırmak adına hukuk inşa edildi. Dün mülteci adı altında dindarlar, eşkıya adı altında Kürtler, yıkıcılar adı altında Komünistler cezalandırıldı. Yakın zaman içerisinde Ergenekon adı altında askerler, kamu görevlileri dünün mazlumu diye kabul edilen dindarların iktidarında yargılandı. Bugün dindarlar birbirine girdiler! Dindarlar bir diğer ortağı olan dindarı paralel olmakla suçluyor! Yani her dönem kendi düşmanını yaratıyor! Dolayısıyla adalet mekanizmasında ki o genetik ve yapısal kriz devam ediyor. Bu krizi düzeltmeye dönük atılan her bir adım krizi daha da büyütüyor. Örneğin 2010 yılındaki referandumla aslında yargıdaki merkezileşmiş Ankara oluşumunu dağıtmak isteyip, bu kez taşra muhafazakarlığına terk edildi ve daha büyük, daha anti demokratik bir hukuk yapısı inşa edildi. Onu kırmaya dönük bu kez parti yargısına el veren bir kanal açıldı. Dolayısıyla eğer adliyelerde vücut bulmuş yargı aygıtı toplumun denetimine açılmazsa bürokrasinin eline terk edildiği mühletçe bu kriz devam edecek. Yargısal süreçlerin tümü toplumsal denetime açılmalı. Toplum bu yargılamaların hepsinde taraf olmalı ki başta siyasal yargılamalar, yani düşmanların inşa edildiği ve cezalandırıldığı yargılamaların tümü toplumun denetimine açılmalı ki yargıyı ola ki bir erk, dar ya da geniş bir erk ele geçirdiğinde kendide hasmını cezalandırmaya kalkmasın ve toplumda giderek büyüyen bir adaletsizlik hissi oluşmasın! Şimdi daha büyük bir sıkıntıyla karşı karşıyayız. Çünkü 12 yıllık siyasal iktidar döneminde yargının öngürülebilirliği ortadan kalktı. Yani hangi eğilimin hangi yasaya göre cezalandırılacağına dair kabul ortadan kalktı. Artık bir eylem bazen suç olabilir, bazen olmayabilir, bir davranış söz bazen müebbet hapsi gerektiren darbe gibi bir niteliğe büründürülebilir, bazen düşünce ve ifade hürriyeti denilerek beraat konusu olabilir. Bu öngörülebilirlik ortadan kalktı. Üstelik güvenilirlikte ortadan kalktı, biz şimdi adliyeye gittiğimizde kimin hangi tarikata mensup olduğunu, kimin Türk/Kürt olduğunu, kimin hangi partiye yakın olduğunu sorma durumunda kalıyorsak buradan eskiye nazaran adalet sorununun daha da büyüdüğü sorunu çıkar. Çünkü en azından kendisini toplumun üzerinde gören, sınıflar üstü gören bir yargı ekibi vardı bunlar aristokrat bir oluşumdu! Ancak şimdi o aristokrasinin bile her ne kadar anti demokratik olsa bile onların inşa ettiği yargı kültürü ortadan kalktı. Yargı kültürünün ortadan kalkmasıyla birlikte şimdi yasalara ve anayasaya bağlı olduğunu iddia eden, ancak hükümetin iddiasına göre talimatı yurtdışından bir yerden alan örgütlü hareket eden bir yargı aygıtıyla karşı karşıyayız daha geri! O cenahın iddiasına göre daha en az bunun tehlikeli bir aşamadayız doğrudan adalet Bakanlığı üzerinden parti talimatıyla hareket eden ya da sosyal medya hesabına Başbakanı çok sevdiğini yazmaktan çekinmeyen bir yargı aygıtıyla karşı karşıyayız. Hangi örneği gösterirsek gösterelim Türkiye’de bir yurttaşın burada adalet yok demesini destekleyecek onlarca delil var elimizde.
Yeni yargı paketiyle ilgili olarak Yargıtay başkanı, ‘Bizimde önerilerimiz dikkate alınmalı, yeni yargı paketiyle ilgili hazırlıklarda bizimde söyleyeceklerimiz olduğu unutulmamalı’ dedi, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ bu çıkışa aynı sertlikte cevap verdi. Yeni Türkiye’nin inşasında yeni yargıyı nasıl tanımlamak gerekiyor, Yargıtay Başkanının bu çıkışını doğru buluyor musunuz?
Yargıtay Başkanının çıkışı eğer zamandan ve zeminden yoksun tartışacaksak doğru. Yani yargıda hiç aslında düzen bozulmamış, yargıda hiç aslında siyasetin angajesi yokmuş, Yargıtay bugüne kadar hiç sanki manipüle edilmemişte sanki bu yasadan sonra bütün yargısal çökecekmiş gibi algılarsak o bakışa evet diyebiliriz. Ancak özellikle 2010 yılından itibaren yani bir önceki Hakimler Savcılar Yüksek Kurulundan (HSYK) itibaren bir öncekinde Yargıtay’a 160 tane Hakim Savcı atandı, Yargıtay üyesi yapıldı ve bunların 160’ı da blok hareket etti. Blok hareket etme nedeniyle de ya istediklerini seçtirdiler ya da istemediklerini seçtirtmediler. 160 kişinin de önemli ölçüde Gülen cemaatiyle ilişkili olduğu iddia ediliyor, en azından bugünün hükümet taraftarları bunu böyle iddia ediyor! Mevcut Yargıtay ve Danıştay yapısının blok olarak böyle oluşturulduğu ifade ediliyor. Öyle ki geçmiş dönemin Bakanlarından Mehmet Ali Şahin bir Yargıtay üyesinin dosyayı incelemek üzere neredeyse temyize gönderir gibi Fethullah Gülen’e gönderdiğini söyleyebildi. O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, başta 9’ncu Ceza Dairesi olmak üzere Yargıtay’da müthiş bir kapalı örgütlenme var, bu örgütlenme başka bir hiyerarşiye tabiiymiş gibi görünüyor bunun dağıtılması gerekiyor bu doğru. Bunun dağıtılması da aslında bir ara dönem uygulamasıdır, oradaki üye sayısının arttırılması ve ya üye sayısının düşürülmesi ya da Yargıtay’ın lav edilmesi olacak. En mantıklı olanı birinci yol! Ancak tabii bu atamaların nasıl yapılacağında bir problem var yani evet Yargıtay’ın üye sayısı arttırılarak bu yapılabilir ama 500-bin üyeli bir Yargıtay olmaz! Zaten 13 bin üyesi olan bir kurumdan bahsediyoruz bunun her 10 kişiden her 20 kişiden birinin Yargıtay üyesi olması kabulünü mantık dışı olacak. Toplumda şöyle bir endişede var haklı olarak; şimdi Cemaatle ilişkili yargı aygıtını haklı olarak dağıtırken yerine parti aygıtımı konulacak? Parti adına karar veren Hakim Savcılar mı olacak? Bu kuşku haklı ve gerçek bir kuşku diye düşünüyorum. Ancak bir ihtimal şu olabilir, yeni HSYK Milliyetçilerin, Adalet ve Kalkınma Partisinde hareket eden dindar Hakim ve Savcıların ve bir ölçüde Sosyal Demokrat Alevi Hakim ve Savcıların ittifakıyla oluştu. Bundan önceki HSYK’ya göre umut vaat eden bir yapı. Eğer bu denge Yargıtay’ın oluşumunda gözetilirse en azından bir eşit dağılım yansıtılabilirse ki bu düşük bir ihtimal o zaman en azından olumlu bir sonuç elde edilebilir. Ancak Yargıtay üyesinin feveranının mevcut Yargıtay’ın oluşumunda kök salmış bu örgütlülüğe değinmeden, sanki bu yokmuş gibi bu açıklamanın yapılması biraz komik geliyor insana. Bu mutlaka değişmeli ama bu şekilde değişmemeli!
AKP ile Cemaatin çatışması ‘Dindarların çatışması’ olarak yorumlandı, bu çatışma medyada da bir çatışma ve ayrılma ortamını doğurdu. 2 ayrı medya oluşumunun Türkiye’sini nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Oradaki çatışma bir ölçüde Adalet ve Kalkınma Partisinin yani suyun başını tutanın, yani devletin mülki elinde tutanın galibiyetiyle önemli ölçüde sonuçlandı ama bu kez ne oldu? Muharip Gaziler kendi aralarında çatışmaya başladılar! Yani koalisyonun kendisi çatırdadı, koalisyonun bir kanadı kazandı ama o kanadın içindeki fraksiyonlar çatışmaya başladı, bugün gördüğümüzde o. Yeni Şafak, Star, Akşam gazetelerinin Genel Yayın Yönetmenlerinin görevden alınması hatta bunun yol açtığı depremle birlikte kimi köşe yazarlarının şimdilik bildiğim kadarıyla Elif Çakır, Hakan Albayrak var istifa eden, dahası bugün ben Yeni Şafak gazetesine baktım bütün yazarlar feveran etmiş, isyan etmişler, bir tür terk edilmiş, bir tür yalnızlık hissiyle, ‘Biz bu mahallenin çocuğuyuz, bize bu yapılır mı’ bakışıyla köşelerini yazmışlar. Dolayısıyla anladığımız kadarıyla Adalet ve Kalkınma Partisine çeşitli biçimlerde entegre olmuş olanların kendi fraksiyon kavgalarını göreceğiz biz. Bu da eskiden cemaat ile bölüşüm kavgası yaşanan mülkün şimdi artık AKP içerisindekilerin kendi kavgalarına dönüştüğünü göreceğiz biz. Hali hazırda bir önceki gün cemaat üzerinden herkesi paralel ilan edenlerin şimdi o silahla birbirlerine vuracaklarını göreceğiz biz. Ondan önceki gün nasıl Ergenekon böyle bir silah olarak kullanıldıysa paralel söylemde şimdi böyle bir silah olarak kullanılacak. Ben Genel Yayın Yönetmenleri görevden alındığında şaka yollu bir tvit atmıştım acaba kalanlar gidenlere paralel der mi diye sahiden de ben o tviti attıktan birkaç saat sonra iktidar partisine yakın bir twetter hesabından görevden alınanların paralel olduğu yazıldı! İnanılır gibi değil, ben şaka yapmıştım ama şaka gerçek oldu. Dolayısıyla bu mülk kavgası muhafazakar iktidarın içten çürümüşlüğünü ortaya çıkaracak, hukuksal anlamda da demokratik anlamda da. Artık siyasal islamın Türkiye’yi bir adım daha ileriye götürecek demokrasi barutu kalmadı, Hukuk barutu da kalmadı! Siyasal islamın 12 yıllık iktidarından geriye güvenilmez ve dağıtacağı adalete İman edilmez bir yargı aygıtı çıkacak, hangi hiyerarşiye bağlı olmadığı, mendi fikrine destek vermeyen yurttaşın terörist ilan etmiş bir polis yaftası akıllarda kalacak, daha fenası kalkınma adı altında her gün 3-4 işçinin öldüğü bir Türkiye akılda kalacak. Bu çürümüşlük bize manzarayı gösterecek.
Bu çatışmadan doğan medyada olumsuzluklar oldu. Örneğin ‘Havuz medyası’ diye bir oluşum doğdu. Sizde zaman zaman buna değiniyorsunuz, TV programlarında da bunlara değiniyorsunuz. Dolayısıyla bu bir çatışma olarak değerlendiriliyor. İstanbul ülkenin merkezi olarak kabul ediliyor, İstanbul’dan Anadolu’ya baktığınızda bunun bir yansımasını görebiliyor musunuz, yani ‘Havuz medyası’na dahil olmayanların Anadolu’da bir itibara yol açtığını ya da bir destek bulacağına inanıyor musunuz?
İstisnai örnekler var, yani bir kere ‘Havuz medyası’ üzerinden tarif edilen gazetelerin neredeyse yüzde 60’ı yani 24 günlük gazete çıkıyorsa bunun yaklaşık 10-12’si ve dolaylı biçimde onlara katılanları sayarsak yüzde 60’ı diyebileceğimiz, televizyonların uyduda ilk 30 kanal içerisinden neredeyse 15-20’si, yerel televizyonların önemli bir bölümü doğrudan bu iktidara hizmet ediyor. Birçok dini kanal bu dönemde açılmış, ben uyduyu gezerken görüyorum, bunların hepsi bu iktidardan güç aldığı için iktidar da onlara destek veriyor! İstisnai örnek, Sözcü gazetesi! Bu gazete tüm bunlardan nasıl oluyorsa oluyor, bütün bu baskılardan sıyrılıp kendi okur gücüyle ayakta durabiliyor ve Anadolu’nun kahvelerinde okunuyor. Ben gezip gördüğümde Sözcü ve Posta gazetesinin yaygın biçimde okunduğunu gözlemleyebiliyorum. Ancak şu tereddüdü bazen yaşayabiliyorum; acaba zaten muhaliflerin olduğu yerlerde mi görüyorum, İzmir’de Edremit’te şurada burada mı görüyorum, Kayseri’de sahiden böyle mi bunu bilemiyorum, bunu ölçmek trajlarına bakmak gerekir. Ancak şunu demek mümkün, merkezde oluşturulmuş bu baskı iklimi Anadolu’ya da şöyle yansıyor; yani burada Belediyenin ya da Valiliğin, ya da AKP İl Başkanlığının motive ettiği, yönlendirdiği, ya da o partiden beklentisi olan iş adamlarının kurdurduğu, yönettiği gazetelerde buralarda suyun başını tutuyor! Dolayısıyla Valilikle çatışma ortamına girmek istemeyen, Belediye ile çatışma ortamına girmek istemeyen ya da ihale alma beklentisi olan iş adamlarının yerel ya da Ulusal iktidarla çatışmayı göze alamayan, onu destekleyen iş adamlarının hakim olduğu bir medya düzeni var Anadolu’da. İnternet gazeteciliği de aynı şekilde beslenmeye başladı. Hali hazırdaki tüm internet sitelerini hepimiz okuyoruz bu medya düzeninin yaygınlığını arttırıyor ama inanılırlığını arttırıyor mu ondan emin değilim.
Seçim sonuçları bunun açık kanıtı demek doğru olur mu?
Seçim sonuçları ondan mı ileri geliyor yoksa siyasetin kendi doğasından mı ileri geliyor onu tartışmak gerekir. Mesela benim de memleketim olan Rize’de Tayyip Erdoğan sevgisi gerçekten çok yüksek, bu gazeteler olmasa da zaten Rize’de o oyu alır Erdoğan. Mesela Erdoğan’ı destekleyen Star gazetesi orada satılmıyor, bakkallarda ekmek sarılmak için kullanılıyor. Eğer o sevgiyle paralel olsaydı, buna bağlı olsaydı o gazeteler çok satılırdı. Buna karşın Zaman gazetesinin dağıtımı halen devam ediyor. Onun medyasının gücüyle ile iktidarının gücü arasındaki paralelliği bilemiyorum. Bence o kadar doğru orantılı değil. Ancak şu doğru orantılı; bugün iktidarı desteklemek adına çıkan gazeteler ve buralarda çalışan gazeteciler Erdoğan’ın siyasal gücünden yararlanıyor. Zannetmiyorum ki Erdoğan onların kalem gücünden faydalansın. Çünkü Erdoğan’ın siyasal karizması bunların hepsinin üzerinde. Zaten o gazetecilerde Erdoğan’ın siyasal karizmasını yazmakla besleniyorlar. Yani daha ne kadar övebilirizin peşindeler. Daha ne kadar övebiliriz diye o gazeteciler birbirleriyle yarışıyorlar. Bu iktidar bir gün gelip gittiğinde ki çok uzun ömürlü olacaklarını düşünmüyorum, her iktidar gibi ömrü bu iktidarında ömrü tükenecek, işte o zaman şunu fark edeceğiz, bu dönemin iktidarını desteklemek adına kaleme kağıda yönelmiş olanların aslında bu iktidara zarar verdiğini, bu iktidarı komik argümanlarla savunarak onun kendi siyasal tarihine kötü izler bıraktığını göreceğiz. Nasıl ki mevcut iktidar CHP’yi yargılamak için dönemin Cumhuriyet gazetesini gösteriyorsa, yerine gelecek olan iktidarda bu iktidarı yargılamak için bugünün Yeni Şafak gazetesini gösterecek!
Bir anda ortaya Gezi ruhu diye bir muhalefet çıktı ve iktidar bu muhalif ruhu ‘Darbeci’ olarak niteledi. Geçtiğimiz günlerde sizde yazdınız, Eskişehir’de eylemlere katılmayan, o saatlerde gece gezmelerine çıkmış insanların dahi gezi davasından yargılanmış olduklarını. İktidarın ‘Darbe’ sözünü nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Zaten iktidar darbe dediği için Ali İsmail Korkmaz’ın son davasında, bu genci tekmeleyerek, döverek öldüren ve kendisi hakkında kasten adam öldürmek suçundan müebbet hapis cezası istenen polis memuru da ‘Bende darbecileri bastırdım’ dilebiliyor. Gücünü buradan alıyor. Eğer iktidarın bu argümanı doğruysa sanık polis Mevlüt Saldoğan’ın söylediği de doğru. Yani o zaman Mevlüt’ün suçu ne? Eğer bu bir darbeyse Mevlüt’ün söyledikleri çok haklı bir savunma. Mevlüt Başbakan’ın söylediği bu argümanı profesyonelce kendine çevirdi ve savunma argümanı haline çevirdi. Eğer ki iktidar Mevlüt’ün darbeci olmadığını, darbeleri bastırdığını düşünmüyorsa, o tekmeyi darbe karşıtı bir ideolojik eğilimle attığını düşünmüyorsa o zaman gezi parkına bakışını değiştirmeli doğrusu da budur zaten. Gezi parkının kendisi Türkiye’de siyasal temsilin ortadan kalktığı, temsili demokrasinin tıkandığı mecliste muhalefet partilerinin, sosyal alanda Sendikaların, Derneklerin, Vakıfların işlevsiz hale geldiği/getirildiği bir dönemde halkın görünür olmaktan çıktığı bir dönemde insanların, ‘Beni temsil edecek kimse kalmadıysa ben kendimi temsil edeyim’ dediği andır. Çıkıp sokağa kendi kendisini temsil etti. Bu temsiliyetin kendisine darbe demek siyasal literatürü bilmemek demektir. Kaldı ki zaten iktidar bunun bir demokrasi problemi olduğunu gizlemek için buna darbe adını veriyor! Aksi takdirde bunun anti demokratik bir durum olduğunu tespit edecek ve buna ilişkin bir çözüm getirmek zorunda kalacak. Bundan kaçmak için ya darbe diyor, ya da alevi ayaklanması diyor. Yani toplumu başka bir biçimde yedekleyemezdi. Eskişehir’de Ali İsmail’in dövülmesinden bir gün önceki gösterilerde 173 kişi gözaltına alındı! Bu 173 kişiye çeşitli suçlardan dava açılmıştı yargılama kısa sürede beraat ile bitti ve mahkeme gerekçeli kararda dedi ki Savcıya, ‘Siz eyleme katılmamış olanları, sadece gece sokaklarda o saatte geziyor diye sanık diye önüme getirdiniz! Siz o esnada eylemci olsa bile o anda başka yerlerde olanları bile eylem alanında olmayanları eylemci gibi karşıma diktiniz! Kaldı ki siz 2-3 tanesi taşkınlık yapsa bile oraya hakkını aramak üzere gidenin bile hakkını sanki bir terörist eylemmiş gibi karşıma getirdiniz, bu yüzden beraatına’ dedi ve mahkemede dövüldükleri yönündeki beyanları dikkate alıp savcılığa da bildirimde bulundu işkence ve kötü muamele yönünden dolayı. Yani terse döndü süreç. Ali İsmail Korkmaz eğer o gün gözaltına alınsaydı belki bugün beraat edenler arasında yer alacaktı.