Gözümüzün önünde gerçekleşen büyük olaylarda bile, ortak şahitlik, ortak değerlendirme yapamıyoruz. Darbeleri, yasa dışı örgütleri, Gezi olaylarını, 15 Temmuz darbe girişimini, iç politikadaki önemli olayları, dış politikadaki ülke çıkarlarını, ekonomiyi, savunmayı, dini inançları, ideolojik duruşları, ülkemizi ve hepimizi ilgilendiren hemen hemen hiç bir olayı olduğu gibi algılayamıyor, doğru bir şekilde değerlendiremiyoruz.

Kamplaşmalarımız duygularımızdan besleniyor. Doğruyu, yanlışı ayırt etmeye, değerlendirmeye, nesneleri ve olayları yerli yerine koymaya yarayacak, sağlıklı karar vermemize yol açacak araçlarımız olmadığı için bölünüyor, parçalanıyor, neredeyse hiç bir konuda anlaşamıyoruz.

Duygusal milletiz. Belki kimilerinin şair milletiz demesi bundan. Ya da “her üç kişiden beşi şairdir” diye ironik tarafı vurgulanan bir durumu yaşıyoruz.  En aklı başında olanımız bile hayata bu duygusal pencereden bakabiliyor. Futbol taraftarlığımız, siyasal kimliğimiz, ideolojik tutumumuz neredeyse tamamen sevmek ve sevmemek, hatta nefret etmek üzerine kurulu. Sevgi ve nefret gibi güçlü duygulara yaslanan seçimler elbette radikalleşmeye ve fanatikleşmeye de çok müsait. Üstelik duygular manüple olmaya çok müsait. Sağolsunlar, kulüp yöneticilerinden siyasi liderlere kadar tüm kanaat önderleri insanımızın duygularının sömürülmeye ve güdülüp yönetilmeye müsait bu yanını dibine kadar kullanıyor.

Milliyetçilik, muhafazakarlık gibi duygu yoğunluğu gerektiren düşünceler bundan doğal olarak etkilenir. Fakat bilimsel düşünceyi, pozitivizmi dilinden düşürmeyen kesimler için de durum ne yazık ki farklı değil. Dolayısıyla her iki kesimde de zaman zaman akıllara durgunluk veren sevgi gösterilerine tanık oluyoruz. Heykellerin önünde secde eden profesörden tutun da sevdiği siyasetçinin kılı olmaktan bahseden siyasetçilere kadar duygusal taşkınlıkları hayretle görüyoruz.

Yaşayıp durduğumuz bu garabetin nedenlerini bulmadan, çözüm üretmemiz imkansız. Sevmek doğal, nefret etmek kaçınılmaz belki. Ama sevgi ve nefretin de ölçüsü olması gerekiyor. Öncelikle bunu anlamalıyız.

O halde şunu söylemek çok iddialı olmayacak. Temelde yaşadığımız sorun ölçüt sorunu. Yaşadığımız dünyayı, ülkeyi doğru anlamak için ölçütlere sahip olmamız lazım. Çünkü, ölçütlerimiz, kriterlerimiz olmazsa değerlendirme yapamayacağımız ortada. Kendi dünya görüşümüzü, inancımızı, savunduğumuz değerleri hangi kıstaslara dayanarak edindiğimizi bilmemiz ve hatrımızda tutmamız gerekiyor. Kendimize izah edemediğimiz şeyler üzerinden bir başkasını değerlendirmemizin imkansız olduğunu da aklımızdan çıkarmamalıyız.

Gerçekten prensiplerimiz varsa, ölçütlerimiz doğruysa yargılarımız nalıncı keseri gibi olmaz. Bir başkasını değerlendirirken kullandığımız kriterleri zaman zaman kendimize de yöneltebiliriz böylelikle. Kendi hatalarımızı da değerlendirebilir, kendimizi de adalet terazisinde tartabiliriz. Sevgi ve nefret de dediğimiz gibi ölçüte tabi olmalı. Yoksa böyle saçma sapan yaşayıp gideceğiz.