Filmin yönetmen koltuğunda Julian Schnabel oturmakta..

Schnabel hakkında hiçbir şey bilmiyor olmam filme olan ilgimden dolayı araştırmak ilgisi uyandırdı..

Ve yönetmenin de bir ressam olduğunu öğrendiğimde film beni daha da heyecanlandırmıştı. Ayrıca önemli bir ödülü var Schnabel’in..

‘Kelebek ve Dalgıç’ filmi 2007’de cannes’da en iyi yönetmen ödülünü almış..

Açıkçası ‘Sonsuzluğun Kapısında’ filmi ile de bir çok ödüle aday olacağını düşünüyorum..

Onlarca biyografi kategorisinde filmi izledim lakin Schnabel’in tekniği ile bir biyografi filmi daha önce izlememiştim. Geleneksel, tarihi biyografi filmlerini bir kenara sürükleyip Van Gogh’un yaşantısından ziyade; iç dünyasını, yaratıcılığını ve dünyayı nasıl gördüğünü anlatmaya çalışmış. Dünyayı ve renklerini herkesten farklı gördüğünü bu nedenle de tüm dünya tarafından dışlandığını ustalıkla anlatmış..

Vincent Van Gogh’u canlandıran Willem Defoe’nin oyunculuğu ise ‘yüzündeki çizgilere’ rağmen oldukça etkileyici. Yüzündeki çizgiler ifadesini kullandım çünkü Van Gogh’un öldüğü yaşını düşündüğümüzde Defoe 25 yıl daha yaşlı.. Filmi izlerken bu yaş konusu dikkatimi çekmedi değil lakin oyuncunun performansı bugüne dek en benzersiz Van Gogh rolü..

Van Gogh, çevresi tarafından hiçbir zaman anlaşılamamış ve o nedenle de tabloları hiçbir zaman beğenilmemiş bir ressam. Yaşadığı dönem içerisinde sadece bir tablo satabilmiş.. Bilinci gidip gelen, halüsinasyonlar gören, mantık ve delilik arasında boğulan Van Gogh’un bu yönü filmde dahice seyirciye aktarılmış…

Ve elbette Van Gogh’un müthiş doğa tabloları. Vincent’in resim yaptığı sahnelerde seyirciyi adeta tual ile bütünleştiren bir film.. Emin olun boyanın kokusunu hissedeceksiniz.

Yazımı filmi izlerken en etkilendiğim sahneden bir diyalog ile bitirmek istiyorum..

Vincent, Saint Remy’de bir akıl hastanesinde kaldığı sırada, ruh sağlığı ile ilgili hüküm verecek olan rahibe şu cümleyi söyler: “Tanrı beni henüz doğmamış insanlara resim yapmam için var etti..”