Bir milletin asıl gücü, tankıyla, tüfeğiyle değil; kadın ve erkeğin omuz omuza üretime, yönetime, bilime ve sanata katkı sunmasıyla ölçülür. Atatürk’ün en büyük farkı, bunu yüz yıl önce fark etmiş olmasıydı. Kadınlara tanınan haklar, yalnızca bireysel kazanımlar değil, toplumsal dönüşümün yapı taşları oldu. Şimdi görev bizde; o mirası taşımak, büyütmek ve asla geriye gitmesine izin vermemek zorundayız.
Toplumsal gelişmişliğin de en belirgin göstergelerinden biri, kadınların eğitimde ve meslek hayatında üstlendiği roldür. Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, işte tam da bu noktada çağının çok ötesinde bir vizyon ortaya koydu.
Düşünün; 1920’lerin başında, dünyada henüz birçok ülke kadınlara temel hakları tanımakta bile isteksizken, Türkiye yeni kurulmuş bir devlet olarak çok daha cesur bir yola girdi. Çünkü Atatürk biliyordu ki, “Bir toplum, cinslerinden yalnız birinin modernleşme gereklerini benimsemesiyle yetinirse, o toplum yarıdan fazla kuvvetten yoksun kalır.”
Okuma-yazma devrimi ve yükseköğrenim kapıları
Harf devriminden sonra kız çocukları okulla buluştu; köylerden şehirlere, Anadolu’nun dört bir yanında kadınlar ilk kez okuma-yazma kurslarına katıldı. Ardından yükseköğrenimin kapıları ardına kadar açıldı. Artık öğretmenler, doktorlar, avukatlar, mühendisler arasında kadın isimleri de vardı.
Atatürk, bu değişimin önemini sık sık vurguladı ve şu sözleriyle eşitliğin önemini bir kez daha ortaya koydu. “Bir toplum kadınlardan ve erkeklerden oluşur. Bir topluluğun bir parçasını ilerletip diğerini ihmal eden toplum, felç olur.”
Meslek hayatında kadın
Kadınların meslek hayatında var olması yalnızca yasa değişiklikleriyle değil, aynı zamanda toplumsal cesaretle mümkün oldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında fabrikalarda, bürolarda, hastanelerde kadınlar görünür hâle geldi.
O dönemde hemşireler, öğretmenler, hâkimler, hatta pilotlar çıkmaya başladı. Sabiha Gökçen’in gökyüzüne yükselişi, kadınların yalnızca yerde değil, göklerde de var olabileceğinin sembolü oldu.
Atatürk’ün şu sözü, aslında bu sürecin özeti niteliğindedir:
“Dünyada her şey kadının eseridir.”
Bugünden bakınca
Oysa 100 yıl önce atılan cesur adımlar olmasaydı, bugün tartıştığımız konuların çoğu hayal bile edilemezdi.
Cumhuriyet, kadınlara yalnızca haklar tanımadı; aynı zamanda onların bu hakları kullanmaları için toplumsal zemini hazırladı. Bu mirası korumak ve geliştirmek, yalnızca kadınların değil, tüm toplumun görevidir.
Kadının eğitimde ve meslek hayatında var olması bir lütuf değil, bir zorunluluktur. Atatürk’ün mirasını anlamak, bunu bir “eşitlik” meselesi olmaktan çıkarıp bir “gelecek” meselesi olarak görmeyi gerektirir. Çünkü yarınlarımız, ancak kadın ve erkeğin birlikte üretip birlikte yönetmesiyle güçlü olabilir.
Cumhuriyet öncesinde kadınların seçme ve seçilme haklarının bulunmadığını, 1930’la birlikte bu kapının aralandığını unutmamalıyız. Osmanlı döneminde serbest olan çok eşlilik, Atatürk dönemiyle birlikte yasaklandı; aile yapısında köklü bir eşitlik anlayışının temeli atıldı.
Böylelikle kadın ve erkek arasındaki dengeli birlikteliğin yasal ve toplumsal zemini oluşturuldu. Bu adımlar yalnızca birer reform değil, aslında geleceğe uzanan güçlü bir eşitlik köprüsünün ilk taşlarıydı.
Yani diyeceğim şu ki;
Kadın; annedir, kardeştir, abladır, eştir; doğuran, var edendir. Kadın erkeğin diğer yarısıdır, erkek de kadının. Biri olmadan diğeri eksiktir. Nasıl ki bir vücudun sağ veya sol tarafı işlevini kaybettiğinde diğer taraf da bundan etkileniyorsa, toplumsal düzen de böyledir. Yaptığımız her ayrıştırma, aslında kendi yarımızı eksiltmek, kendi gücümüzü yok etmektir.
İşte tam da bu nedenle kadın-erkek eşitliğini konuşmak bir lüks değil, geleceğimizin teminatıdır. Bu bilinçle hareket eden bir toplum; üretimde, yönetimde, bilimde ve sanatta gücünü iki katına çıkarır, yarınlarını güvence altına alır. Geleceğe bırakacağımız en değerli miras, eşitliği içselleştirmiş bir toplumun sağladığı huzur ve ilerlemedir.