Hayatın anlamı nedir? Bu soru kadim bir soru. Filozoflar, din adamları, bilim adamları bu sorunun peşinde koşarken çok nefes tükettiler. Elle tutulur bir cevap bulana da rastlamak nerdeyse mümkün değil. Herkes bir nebze sadra şifa bulursa ona razı olur, cevap diye. Düşünmeyen için hiç anlamı olmayan bu soru, düşünen için içinden çıkılmaz bir çileye dönüşür.

Herhangi bir konuda “bu nedir” diye sorulduğunda aslında çok kapsamlı bir soru sorarız. Çünkü cevap olabilecek her açıklama peşinden başka bir soruyu beraberinde getirir. Nedir sorusuna cevap vermek o yüzden zordur.

Cevabı insanı hayrete düşürecek kadar zor bir soru da anlamın ne olduğu sorusudur. Gün içerisinde çokça kullandığımız anlam kelimesi, üzerine düşününce adeta anlamsızlığa doğru yol alır. Oysa bizim için anlamı üzerinde düşünmeye gerek olmayacak derecede açık bir kelimedir. Öyle ya, anlamın anlamı nedir denilince sanki anlamsız bir soru sorulmuş gibi olur. Cidden böyle bir soru sorulduğunda ise zihin patinaj yapmaya başlar.

Dil ile iletişim kuruyor, kavramlarla düşüncelerimizi ifade ediyoruz. Dilimizdeki her kelimenin, düşüncelerimizi temsil eden her kavramın en azından lügat anlamları üzerinde mutabakatımız var. Zaten bu mutabakat üzerinden anlaşıyor, mutabakata dahil olmayanlarla anlaşamıyoruz.

Dildeki anlam ortaklıkları devam ettiği sürece, dil bizimle birlikte yaşar. Anlam ortaklığı kaybolduğunda artık iletişim kurma işlevini yitirdiği için dil ölür. Bu gün ölü dillerden bahsediyorsak o dilleri gündelik hayatta kullananların artık yaşamadığını söylüyoruz demektir.

Dilin yaşaması için, anlaşmamızı sağlaması gerekir. Aynı dili konuşurken, farklı anlamlar yüklediğimiz kelimeler anlaşmamızın önünü keser. Anlaşmak için, dilin işlevini yerine getirebilmesi için ortak anlamlara sahip olmalıyız.

Kavramlar biraz daha farklı. Onları oluşturur ve zaten var olan kavramlara zamana göre yeni anlamlar yükleriz. Eski bir kavram ve yeni bir anlamla konuştuğumuz zamanlar ise ortaya çıkan şey anlaşmazlıktır. Aynı kelimeler üzerinden birbirimizle çatışırız bu durumda. Üstelik kavramlar ve anlam arasındaki ilişki biraz da zamanla ilişkilidir. Böylelikle bir kavramın eski veya yeni olduğunu söyleriz.

Örnek verelim. Dünyamız ve ülkemiz çok uzun zamanları eskitti. Söz gelimi, felsefenin ikibin yıl cevabını aradığı insan nedir?  Sorusunun cevapları iptal oldu. Gazze’de öldürülen insanları, (kadın, çocuk, yaşlı) insan olarak görmekten vazgeçti modern dünya. İki büyük dünya savaşından, büyük terör örgütlerinin büyük terör eylemlerini gördükten sonra, kundaktaki bebekler terörist olarak adlandırıldı. Yüzlerce yıllık mücadeleden sonra ortaya çıkan insan hakları kavramı tepetaklak oldu. İnsan olarak görmedikleri insanlardan bu hakları esirgedi batı dünyası.

Amerika özgürlükler ülkesiydi. Filistin lehine gösteri yapan gençler fikirlerini ifade etmeye fırsat bulamadan apar topar tutuklandılar. Çok ünlü bir üniversitenin rektörü fikir özgürlüğünü savunduğu için görevinden alındı. Avrupa’da Filistinlilerin adının dahi anılmasına izin verilmiyor neredeyse.

Soykırım kelimesi harfi harfine karşılığını bulurken bunun ekmeğini yiyen, propagandasını yapan şu anda yan yana. Hatta insanları gaz odalarından geçirip sabun fabrikasına gönderenler de onlarla birlikte.

Tüm bunlar neyi gösteriyor? Demek ki, dünyada bu güne kadar üretilen kavramlar tükenmiş. Eski anlamlar inkar edilirken, yeni anlamın ne olacağını açıklayamıyorlar. İnsanlık dahil bir çok kelime lügattan adeta istifa etmiş. Anlam buharlaşmış.

Bir başka anlam buharlaşması da ülkemizde yaşanıyor. İç siyasette görüyoruz bunu. Milliyetçilik, muhafazakarlık, sağcılık, solculuk, özgürlükçülük, laiklik, şeriat vb. eski kavramlarımız tamamen buharlaşmış durumda. Bu yüzden birbirine benzemez, hatta birbirine düşman düşüncelerin ittifaklarına anlam vermekte zorlanıyoruz.

Demek ki, dünyayı ve ülkemizi yeniden düşünmemiz, yeni bir anlam dünyası kurmamız ve ortak anlamlarda yeniden buluşmamız gerekiyor. Çünkü mevcut haliyle dostluk, düşmanlık bile anlamsız kalıyor.