Bugün günlerden Cuma… Tarihler 12 Eylül’ü gösteriyor. Bundan tam 45 yıl önce, 1980 sabahında, Orgeneral Kenan Evren’in öncülüğünde Türk demokrasisinin üzerine bir karabasan çökmüştü. Silah seslerinin yerini tank paletleri, millet iradesinin yerini muhtıralar, sandığın yerini darbe bildirileri almıştı.

Türkiye, daha önce 27 Mayıs’ı ve 12 Mart’ı görmüştü. Her defasında demokrasiye “ayar verme” iddiasıyla yola çıkan cuntalar, bu ülkenin ruhunda onarılması zor yaralar açtılar.

Üniversite amfilerinden fabrikalara, köy kahvelerinden büyük şehirlerin meydanlarına kadar her yerde korku, baskı ve suskunluk hâkim oldu. 12 Eylül ise bütün bu müdahalelerin en organize, en sistemli ve en acımasız olanıydı.

O günlerde gençliğin üzerine kara bir gölge gibi çöken bu darbe, sadece siyasi hayatı değil, toplumsal hafızayı da derinden sarstı. İnsanlar düşüncelerinden dolayı suçlandı, kitaplardan dolayı yargılandı, ideallerinden dolayı darağaçlarına gönderildi. Siyaset, sivil toplum, sendikalar; her şey askeri vesayetin gölgesinde yeniden şekillendirildi.

Aradan 45 yıl geçti. Bugün hâlâ soruyoruz: Neden biz, tarihimizden ders almakta bu kadar geç kalıyoruz? 27 Mayıs’ı bilmeden, 12 Mart’ı hissetmeden, 12 Eylül’ü anlamadan bugünü kavrayabilir miyiz? Gazze’de olup biteni, Şam sokaklarında süren karanlığı, Ortadoğu’nun bitmeyen acılarını yorumlayabilir miyiz?

Çünkü darbeler sadece ülkelerin yönetimini değiştirmez; milletlerin ufkunu da daraltır. İrade ile korku arasında bir seçim yapmaya zorlar. O yüzden hafızasız bir toplum, yarınlarını doğru okuyamaz.

Bugün, 12 Eylül’ün 45. yıl dönümünde, yapmamız gereken şey geçmişe lanet okumaktan daha fazlasıdır. O günlerin acısını unutmayacağız, ama dersini de almak zorundayız. Zira demokrasi, sadece sandıkla değil; milletin iradesini vesayete karşı koruyabilme cesaretiyle ayakta kalır.

Tarih tekerrür etmesin diye bugün hatırlıyoruz. Ve diyoruz ki: Ne tank sesleri ne de muhtıra bildirileri, milletin iradesinin üstünde olamaz.