Bazen akşamları yürürken kaldırım taşlarının üstüne düşen gölgeme takılıyor gözüm. Ne tuhaf, diyorum içimden, ben yürüyorum ama o da benimle yürüyor. Ben durunca o da duruyor. Sanki ben var oldukça o da var, ben kaybolunca o da siliniyor. Ama o ben miyim gerçekten, yoksa sadece bir yansımam mı? Belki de ben dediğim şey, sadece o gölge kadar gerçek…

Bir sokak lambasının altında duruyorum, önümden geçen bir silüet… Tanıdık gibi ama kim olduğunu çıkaramıyorum. Belki de hayatımdan geçen, yüzünü unutmaya çalıştığım birine ait. Belki de içimde kalan son hatırasıydı sadece — silüeti bende kaldı ama sesi, dokunuşu, hatta ismi bile kayıp.

Gölge benimle yaşar, benden doğar ama silüet benden uzak bir şeydir. Birini severken onun silüeti kalır sende… Gölgesi değil. Çünkü gölge yalnızca yaşayana eşlik eder. Ölenin, gidenin, unutulanın sadece silüeti kalır.

Gölge yakındır, tenine kadar sokulur, içindeki karanlıkla el ele tutuşur. Silüet ise uzaktadır, dokunamazsın ama görürsün. Yani biri içindeki karanlık, diğeri gözünün önündeki hasret gibidir.

Ben bazen bir gölge kadar sessizim. Kalabalıkta bile kendimi bir duvarın kenarına düşmüş silik bir iz gibi hissederim. Ama birinin aklında kaldıysam, o artık benim silüetimdir. Belki bir şiirin satırında, bir şarkının nakaratında ya da bir rüyanın kıyısında…

İnsan bazen kendi gölgesiyle konuşur da fark etmez. Kendi silüetine âşık olur da unutur. Oysa her insan biraz gölgedir başkalarına, biraz da silüet kalır arkada.

Gölge içini karartır, silüet özlemini büyütür.
Ve bazı akşamlar, kendi gölgeme basmamaya çalışarak yürürüm.
Çünkü bazen kendine bile basmaya kıyamaz insan…
Ve bazen bir silüetin hatırına, en derin gölgelerde saklanır…