16 Temmuz’da Kayseri’de sıcaklık 34 dereceye ulaştı. Beton yığınları arasında gölgede serinlemeye çalışan insanlar, artık sadece güneşten değil, ilgisizlikten de yanıyor. Bu yazı, o kavurucu günü anlatıyor.

Yıl 2025. Ay temmuz. Günlerden 16’sı. Kayseri’de sabah serinliğine aldananlar, öğle saatlerinde pişmanlıkla ter döktü. Güneş, yukarıdan aşağıya doğru bir mercek gibi şehri kavururken biz aşağıdan yukarıya doğru gölgeleri kovalıyorduk.

Gölge artık bir lüks. Bankta oturmak istiyorsun ama sırtını yaslayamıyorsun, çünkü demir sıcak. Arabaya biniyorsun, direksiyon lav olmuş. Asfalt sanki yürümek için değil, erimek için dökülmüş. İnsan, sabah uyanınca “Bugün de sağ çıktık mı bu sıcaktan?” diye iç geçiriyor.

Kayseri’de yaz başka. Nem az gibi görünür ama kuru sıcağın da ayrı bir sabrı sınama yöntemi vardır. 16 Temmuz günü, şehir resmen bir ızgara tepsisine dönmüştü. Gölgeye oturmak yetmiyor, rüzgâr bile sıcak esiyor. Evde perdeyi açıyorsun, gün ışığı değil, sanki fön makinesi giriyor içeri.

Kimi klimasız evlerde, yaşlılar nefes almaya çalışıyor. Kimisi serinlemek için Erciyes’in eteklerine kaçıyor; kar kuyularından çıkarılan buzla çay demleyenler, şehrin öfkeli sıcağına karşı doğanın sabrını örnek alıyor.

Böyle zamanlarda insanın aklına sadece sıcaklık değil, şehir geliyor. “Bu şehir neden bu kadar beton?” diyorsun. Ağaçlar az, gölge alan yok, çeşme yok, serinlik yok. Şehir bizi korumuyor, biz şehirde korunacak köşe arıyoruz. Ne park yeterli, ne bilinçli bir yapılaşma var. Güneşle baş başayız.

İşte o yüzden bu sıcakta sadece terlemiyoruz. Aynı zamanda unutulmuşluğun, ilgisizliğin, duyarsızlığın içinde yanıyoruz. İnsanı sadece kışa karşı değil, yaza karşı da korumak gerekir.

Kayseri sıcağını biliriz. Ama 16 Temmuz’un sıcağı sadece hava değil, aynı zamanda bir uyarıydı: "Doğaya rağmen değil, doğayla birlikte yaşayın" diyordu. Sıcaktan yakınmak yetmez. Şehri de, düşünceyi de serinletmek lazım.

Yoksa gün gelir; kliması olmayanın değil, umudu olmayanın canı yanar.