Bazen bir koku gelir burnuma, çocukluğuma götürür beni…

Eski Kale’nin taş duvarları arasında, sabah serinliğinde babamla yürürken hissettiğim o esans kokusu…

Hani bir şey demesem de içimi kıpır kıpır eden, her sabah yeni bir maceraya çıkıyormuşum gibi hissettiren o günler.

Babamın Kayseri Kalesi’nde, çarşının tam kalbinde, küçücük ama her şeyiyle anlamlı bir dükkânı vardı.

Esans satardı babam.

Kokuların efendisiydi adeta.

Lavanta, amber, misk…

Her biri başka bir hikâye anlatırdı bana.

Yazları ben de sabahın erken saatlerinde onunla birlikte dükkânı açmaya giderdim.

Daha ortalık uyanmadan çarşının sessizliğini dinlerdik beraber.

Kale öyle bir yerdi ki…

Sadece bir çarşı değildi; adeta Kayseri’nin nabzıydı.

Gelen geçenin yüzünden, adımlarından, ellerindeki torbalardan hayatı okurdum o yaşımda.

Çocuk aklım işte, her müşterinin ardından gizli bir dedektif gibi hayaller kurardım.

“Bu teyze kesin düğüne gidiyor… Şu amca var ya, belli ki torununa hediye almış…”

Her gün ayrı bir oyun, her müşteri ayrı bir hikâyeydi benim için.

Bir gün –hiç unutmam– çocuk merakı işte, vitrindeki küçük bir şişeyi aldım.

"Bakalım nasıl kokuyor, bir de kendi üzerimde deneyeyim," dedim.

Bir damla döktüm bileğime…

İlk başta burnumu yakan bir keskinlik, sonra yavaş yavaş yayılan o tatlı koku…

O an anladım ki bu sadece bir esans değilmiş; insanın ruhuna dokunan bir şeymiş bu.

Belki de o gün, ilk kez “deneyim” denen şeyi yaşadım. İlk tecrübemdi.

Heyecanla babama göstermek istemiştim ama içimdeki o küçük sır, bir süre sadece bana ait kaldı.

Bugün ne zaman Kale’nin yakınından geçsem ya da eski taş duvarları görsem, burnuma o koku gelir. Çocukluğumun kokusu…

Babamın ellerinde sakladığı, bana da azar azar öğrettiği hayatın küçük ama değerli anları…

Bazen bir koku, sadece bir koku değildir. Bazen bir yaz sabahı, bir dükkân kapısı, bir bileğe sürülen damla…

Bütün bir çocukluğu anlatır size.