Geçtiğimiz günlerde İzmir’de yaşanan olay hepimizi şaşırttı. Henüz 16 yaşında bir çocuk, hiçbir örgüt bağlantısı olmadan, tek başına polis karakoluna saldırı düzenledi. Bu olay sadece “güvenlik” açısından değil, toplumsal ve psikolojik açıdan da derin bir sorgulamayı hak ediyor.

16 yaşındaki bir gencin böylesine ağır bir karar alması, sıradan bir “asayiş” meselesi değildir. Ortada daha derin bir sorun var. Gençliğin enerjisi umut ve hayalle yoğrulması gerekirken, öfke ve şiddete yönelmesi düşündürücüdür. Bu çocuk, hangi duygularla karakolun kapısına kadar geldi? Kendini hangi çıkmazda gördü ki böyle bir yolu seçti?

Biz büyükler, bu soruyu sormadan sadece güvenlik tedbirlerini konuşursak yanılırız. Çünkü mesele sadece “bir çocuğun saldırısı” değil, aynı zamanda bir toplumun geleceğini nasıl yetiştirdiğinin de aynasıdır. Eğitim sistemimiz, aile yapımız, sokak kültürü ve sosyal medya bombardımanı… Çocuklarımızın hayatlarını dolduran bu faktörler onları bazen umutlu bir yarına, bazen de karanlık çıkmazlara sürüklüyor.

Televizyon ekranlarında, dijital platformlarda, hatta siyaset dilinde şiddetin sıradanlaşması, gençlerin ruh dünyasında derin yaralar açıyor. Sorunlarını diyalogla değil, güç gösterisiyle çözmek gerektiğine inanan bir kuşağın yetişmesi, işte tam da bu noktada tehlikeli hale geliyor. 16 yaşındaki bir çocuk, belki de farkında olmadan bu kültürün kurbanı oldu.

Evet, suçu işleyen belli. Ama asıl sorgulamamız gereken şey şu: Bu çocuğu bu noktaya getiren toplumsal düzen, eğitim politikaları, aile yapısı ve sosyal çevre değil mi? Eğer gençlerimiz hayata dair umut yerine öfke biriktiriyorsa, yarın çok daha ağır sonuçlarla karşılaşabiliriz.

Bu tür olaylardan ders çıkarmanın tek yolu, gençliğin ruhunu anlamak ve onlara doğru kanallar açmaktır. Spor, sanat, kültür, eğitim… Gençlere aidiyet duygusu kazandıracak, onları hayata bağlayacak her türlü yatırım, aslında güvenlik kadar önemlidir. Çünkü sorun kökten çözülmedikçe, yasalar ve duvarlar tek başına koruyucu olamaz.