Markete giren her vatandaşın yüzündeki ifade artık aynı: şaşkınlık, öfke ve çaresizlik. Raflarda yazan etiketler, yalnızca ürünün fiyatını değil, aynı zamanda halkın dayanma gücünü de gösteriyor. Eskiden haftalık alışveriş sepetini doldurmak sıradan bir ihtiyaçtı, şimdi ise bir lüks haline geldi.
Bir zamanlar çocuklara alınan bir paket çikolata, sofraya konulan bir kilo kıyma, kahvaltıya eklenen birkaç zeytin sıradan sayılırdı. Bugün aynı ürünler “alamamayı normalleştirdiğimiz” şeylere dönüştü. Asgari ücretle geçinen bir aile için evini doyurmak her gün yeni bir matematik problemine dönüşüyor. Hesap yapmadan alışveriş yapmak artık sadece çok zenginlere ait bir ayrıcalık oldu.
Enflasyon denilen canavar, sadece fiyatları değil, insanların ruh halini de tüketiyor. Ay sonunda faturalarını ödeyebilmek için pazar çantasından eksilen sebzeler, çocukların defterine yazılamayan hayaller oluyor. Tatil yapmak, kitap almak, tiyatroya gitmek artık “zorunlu ihtiyaç listesi”nden çoktan silindi. İnsanlar artık yalnızca karnını doyurmayı düşünüyor; kültür, sanat ve sosyal yaşam, pahalılığın altında ezilip gidiyor.
Sorulması gereken asıl soru şu: Bu pahalılığın faturası neden hep vatandaşa kesiliyor? Üretici kazanamıyor, esnaf ayakta kalamıyor, tüketici geçinemiyor… Ama sistem hâlâ “sabır” telkin ediyor. Oysa sabırla dolan mutfak tüpü yanmıyor, sabırla bekleyen çocuk karnını doyurmuyor.
Hayat pahalılığı, yalnızca bir ekonomik kriz değil, toplumsal bir travma. İnsanların güven duygusunu, geleceğe dair umudunu elinden alıyor. Bu şartlarda gençlere “ülkede kalın, üretin, çalışın” demek, boş bir slogandan öteye geçemiyor. Çünkü genç, emeğinin karşılığını alamayacağını biliyor.
Bugün “etiketler cep yakıyor” diyoruz. Yarın belki de “umutlarımız tükeniyor” diyeceğiz. Ve işte o zaman pahalılığın bedeli sadece cebimizden değil, toplumsal huzurumuzdan da çıkacak.